Herbiri ayrı bir şekle bürünmüş bulutlar bana varoluşumun sevincini
yaşamam için yalvarıyor. Gözlerinin önünde bir dünya var. Nefes
alabiliyorsun. Koridordan gelen telaşlı sesleri duyup
yorumlayabiliyorsun.
Kapıya doğru başını çevirip gelen kişinin senin
için gelip gelmediğini kontrol edebiliyorsun. Tüm bunların kıymetini
bilmen gerek. Takma kafana hiç bir şey, şükret haline.
Bu kadar kolay mı? Grileşmiş beyaz çarşafların içinde, damarlarıma
akan sarı sıvının yorgun rengi kanıma işlerken mi kafama hiçbir şey
takmayacağım? Kulaklarımda inleyen insan sesleri, tekerlekli yemek
arabalarının yaydığı baygın koku ve beyaz önlüklülerin telaşlı
koşuşturmacalarını duyarken mi halime şükredeceğim? Beyaz önlüklü
koşuşturmacalar, neyse ki zihnimin sevimli çağrışımlar yapmasına
yardımcı oluyor. Bana, öğretmenler odasından sınıfa her biri ayrı bir
dert ya da soru ile yanıma yaklaşan öğrencilerimin arasında dolaştığımı
hissettiriyor.
Öğrencilerim… En az kendi evladım kadar değerli çocuklarım.
Gözlerindeki gülümsemeyi görmek için daima gözbebeklerine baktıklarım.
Gözbebeklerim. Derdini paylaşamadığı annesi yerine dert ortağı olduğum,
korkusu içine işleyen babasına söyleyemediği sorunlarını çözmek için
çırpındığım, dersi anlamadığı zaman kahrolduğum, daha fazla ne
yapabilirim, nasıl öğretebilirim diyerek saatlerce çalışıp hazırlanırken
daha az dinlenmeyi, daha az gezmeyi göze aldığım, çok sevdiğim
öğrencilerim.
Tam göz hizama denk gelen bulut. Ülkemin bulutu. Türkiye’min.
Geleceğini hazırlamaya, bir su damlası olmaya çalıştığım yurdumun
bulutu, kaşlarını çatmış yine bana kızmalarda.
Öğretmenlik en rahat meslek. Hiçbir şey olamazsan öğretmen olursun.
Yarım gün okula gider, gelirsin evine. Derse girer, çıkar anlatırsın
aynı şeyleri. Ne var ki, zaten yıllardır aynı şeyleri anlatmıyor musun,
ezberlemişsindir de sen onları. İşini birkaç saatte bitirir sonra günü
kendine ayırırsın. Dinlenir misin, gezer misin, uyur musun bak artık
keyfine. Kadınsan çocuklarına da bol bol zaman ayırabilirsin. Şubat
tatili var, yazın üç ay tatili var. Hem çalışmadan da para alıyorsun.
Öğretmenlik kadar güzel meslek var mı? Salla başını al maaşını.
Pencerenin sağına doğru yükselen bulut, mezun olduğum fakültenin
giriş kapısının yanındaki yıllanmış ağacın kalın gövdesine benziyor.
Önce toprağı öpmek istercesine yere doğru keskin bir kıvrım oluşturan,
sonra da aynı keskinlikte boynunu kaldırarak, başını mavi gökyüzüne
çeviren o ağacın, görünmez bir güç tarafından, okula her adım atışta
öğretmen adayına öğretmenliğin amacını hatırlatmak amacıyla o şekle
büründürüldüğüne inanılırdı. Ben o fakülteye yüzde ikilik dilimde
girdim. Yani her kesin dediği gibi hiçbir şey olamadığım için öğretmen
olmadım. Pek çok şey olabilecekken öğretmen oldum. Çünkü öğretmen olmak
benim için pek çok şey olabilmek demekti. Eğilip toprağı öperken başı
dimdik durabilmek demekti.
Üniversiteyi kazandığımda halam, benden üç yaş küçük kuzenim Buket’e
beni örnek gösterip öğretmen olmasını salık verince “Yok artık! Öğretmen
mi olacağım bir de! Ben daha yüksek puanlı yerleri yazacağım, hayatta
yazmam!” demişti. Aradan üç yıl geçip de üniversite tercihlerini
yapacağı zaman halam yine “kızım öğretmenliği yaz sen yine de,
bulunsun.” dediğinde Buket’in verdiği cevap şu olmuştu. “Anne senin
haberin var mı eğitim fakültelerin kaç puanla öğrenci aldığından, ben
nasıl kazanayım orayı?” Üniversite sınav sonuçları açıklandığında hiçbir
şey olamadı kuzenim. Öğretmen bile…
Herhangi bir ihtiyacı, eksiği olan var mı? diye ayaklarını sürüyerek
girdi içeriye hasta bakıcı. Benim eksiğim var desem. Konu eksiğim var
desem, anlar mı? İhtiyacımı giderebilir mi? Karşımdaki çatık kaşlı bulut
gitmiş, yerine şakacı bir bulut gelmiş. Bana “dene istiyorsan bi”
diyor. Şimdi bu hastanede yatmanın zamanı mıydı be bulut? Nasıl telafi
edeceğim ben konu eksiğimi? Bu çocuklar bu yıl sınava da girecekler.
Bizimkilerden bilgisayarımı istesem doktor kullanmama izin verir mi ki?
Kucağıma koyduğumda kasığımla göğsümün arasına düşen ameliyat bölgesine
zarar vermeden kullanabilir miyim acaba? Tam oturamıyorum da. En fazla
başımın altına ikinci bir yastık koyarak doğrulabiliyorum. Sağ kolumda
da bir kasılma yapıyor bu yara. Çok zorlamadan belki azar azar çalışarak
konu özeti hazırlayabilirim çocuklara. Eksiği konu özetlerini
fotokopiyle dağıtarak gidermeye çalışırım. Konuyu oradan anlatırım.
Deftere yazdırmakla da zaman kaybetmemiş olurum. Müfredat çok yüklü. Tüm
yıl aralıksız devam ettiysem de okula, ayağımı burktuğumda bile sevk
almayıp dersime girdiysem de konuları yetiştirmekte zorlanıyorum. Diğer
zümre arkadaşlarım da muzdarip bu dertten. Belki öğrenci çalışma
kitabındaki soruların her birini çözmeseydim, onları eve ödev verip
geçseydim konularda daha hızlı ilerlerdim. Bu kadar yüklü bir programın
gerekli olmadığını her zümrede yazıyoruz ama değişen de bir şey olmuyor.
Değişen tek şey müfredat. Her birkaç yılda bir hem de. Tam alışmışken
yerine yenisi geliyor ve hazırladığımız tüm dokümanlar da işlevsiz
kalıyor.
Okuldan döndükten sonra her gün, o hafta anlatacağım konu ile ilgili
sunumlar hazırlar, ya da internetten indiririm. Öğrencilere farklı
yazılı materyaller hazırlarım. Görseller bulurum panoya asmak için.
Saatlerce çalışırım. Saat beşi gösterdiği zaman da bitmez bu mesai.
Akşamları da bir yandan yazılı kağıtlarını okurum, bir yandan performans
ve proje ödevlerini değerlendiririm. Her biri ayrı bir ölçeğe göre
değerlendirilen bu ödevleri puanlamak oldukça zaman alıcı. Şakacı bulut
güldü “Sen öğretmensin zamandan bol neyin var?” Bulut öyle deme Allah
aşkına! Branşım gereği beş sınıfa giriyorum. İki yüz civarında öğrencim
var. Her bir öğrenci için her dönemde en az bir performans görevi
(çoğunda iki) değerlendiriyorum. Yaklaşık olarak on iki sorudan oluşan
bu ölçeklerde iki yüz öğrenci için (her birinden birer ödev geldiğini
düşünürsek) toplamda en az iki bin dört yüz soru cevaplıyorum. Proje
ödevlerini de katarsak işin içine, değerlendirmelerimde cevapladığım
soru sayısı üç bini buluyor. Bu ödevleri zamanında e okula girmezsem
velinin serzenişi ile karşılaşıyorum. Değerlendirmeler sadece performans
ve proje değerlendirmeleri ile de sınırlı değil. Üç yazılı yapıyoruz.
Yazılılar bizlerin okuduğu yıllardaki gibi on sorudan oluşmuyor. Farklı
soru tiplerinden oluşan yaklaşık otuz soruluk sınavlar hazırlıyoruz
öğrencilere. İki yüz öğrenci üzerinden hesapladığımızda on sekiz bin
soru incelemesi de buradan geliyor mu? Şaka gibi değil mi? Off, gülerken
canım yanıyor. Gülüyorum ağlanacak halimize. Sen de geçmiş karşıma beni
güldürüyorsun. Uzaktan davulun sesi kulağa hoş gelir tabi… Yazılı
sınavların da her birinin analiz raporu çıkarılarak idareye teslim
ediliyor. Her bir öğrencinin doğru cevap verdiği ve veremediği sorular
kayda alınarak genel bir değerlendirme yapılıyor. Sınıfın ortalaması
kötü çıkarsa hesap veriyorsun. Hatanın nerde olduğunu araştırıyorlar.
Dur bakayım o yanındaki bulut bizim müdürün gözlükleri mi? Hadi canım!…
Çalışmayan öğrenciye, ilgisiz veliye kesilmiyor hiç fatura. Zaten
öğrenci çalışmıyorsa onu motive etmekle yükümlüsün. Edemiyorsan bir
yerde bir sorunun var demektir. Ya da veliyi hala okula getirmeyi
başarmadıysan suçlu yine sensin. Hep boynu bükük, hep ezik, hep hesap
veren. Sen öğrencinin aile yapısını, bütün kişilik özelliklerini bilmek
ve bunları da her bir öğrenci için yaklaşık otuz beş sorudan oluşan
gözlem formu ya da benzeri isimler altında doldurmak zorunda olduğun
formlara işlemekle yükümlüsün. Bu sorularda sana her bir öğrencinin
bitki yetiştirmeye istekli olup olmadığını dahi soruyorlar. Bunları
bilmek zorundasın. İki yüz öğrenci için en az yedi bin soru da buradan
geldi mi? Daha anlatayım mı? Ders içi performans notları da ayrıca
veriliyor. Sınıf öğretmeni olduğum sınıfın kitaplık listesini e okula
işlemem ve her bir öğrencinin okuduğu kitapları buraya kaydetmem
gerekiyor. Öğrenciler az kitap okusunlar diye dua edeceğim yakında. Bu
yıl ilk kez doldurulan bir anket çalışması ile sekiz binden fazla soruyu
da ayrıca cevapladığımı söylemeden geçemeyeceğim. Ya, öğretmenlik ne
kadar kolay bir meslek! Evde bol bol zamanımız olmadığını anlatıyoruz,
anlatıyoruz ama derdimizi kimse anlamıyor. Sen bile anlamadıktan sonra…
Yanımdaki yatakta yatan hasta da camdan dışarıya gizli gizli duman
üfleyerek sigara içme dememden anlamıyor. Sanırım bende bir anlatma
kabiliyetsizliği var. Duman olduğu gibi içeriye giriyor. Hemşirelere
yakalansa da rahat etsem diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Şöyle özel
bir hastanede tek kişilik odada yatabilseydim ne güzel olurdu! Hem eşim
de yanımda refakatçi olarak kalabilirdi. Ama nerdee? Sigara dumanının
bende yarattığı rahatsızlığı anlatabilmek için, öksürerek bir mesaj
vermeye çalışıyorum ama hasta bana mısın demiyor. Üstelik öksürmeye
çalışırken canımın yandığıyla da kalmam cabası. Telefonuma da mesaj
gelmiş görmemişim. Mesaj eşimden: “Bu ay ek dersinin tamamını
alamayacaksın değil mi? Öyleyse kredi açığını nasıl tamamlayabileceğimiz
konusunda bir fikrin var mı? Ziyaret saatinde sana çorba getireceğim.
Öpüyorum.” Mesaj ben rakamlara boğulmuşken tam zamanında geldi. Ama hiç
hoş gelmedi. Evet, kredi borcu eksik kalacak bu ay. Ne yapacağız? Hiçbir
fikrim yok. Bu maaşla ev almak için borca girmek de senin hatan değil
mi? Ev senin neyine. Kredi borcu ödeyeceğiz diye ne bir sinemaya ne
tiyatroya ne bir yemeğe gider olduk. Okuduğum kitaplar bile ya korsan ya
da ikinci el.
Çatık kaşlı bulut elinde bir cetvelle geri döndü ve şakacı bulutun
kafasına vurarak onu gönderdi. Ne ayıp! Sen bir öğretmensin, öğretmen de
böyle yaparsa başkaları ne yapsın? Hem kültürel hayatın gerisinde kal,
hem de korsan kitap al. Ver on beş yirmi lira, al bir kitap. Ne var ki
bunu da mı denkleştiremeyeceksin? -Benim maaşım birçok işçiden ve
memurdan daha düşük. Benim kadar eğitim almayan birçok çalışan benden
daha yüksek ücretlerle çalışıyor devlette- diye serzenişte bulunma bir
de. Hâlâ haline şükretmiyorsun. Sen yarın bir de mitinge gitmek
istersin. Sana verilen hakları, zammı yetersiz bulursun. Kesiverirler
cezanı o zaman anlarsın hakkı, hakkı dayıyı.
Bulut'un cetveli, göğü yararcasına düştü elinden. Kopan gürültüden irkildi sigarasını bitirip yatağına yerleşen hasta.
-Yağmur yağacak zaar dedi.
Gökyüzünün tüm bulutları birbirine karıştı. Gri bir örtü serildi
üzerimize. Beyaz ve mavi silindi. Koridordan gelen seslerin yoğunluğu
ziyaret saatinin başladığını anlatıyordu. Kapıdan gelen ayak seslerine
doğru başımı çevirdiğimde mavi gömleklerinin yarısı dışarda yarısı
içerde, kravatları iman tahtalarına kadar gevşetilmiş bir grup erkek
öğrencimin ellerinde beyaz çiçeklerle bana doğru yaklaştığını gördüm.
Beyaz kasımpatıları bana uzattılar.
Öğretmenim geçmiş olsun. Keşke bugün her zamanki gibi dersimize
girebilseydiniz. Keşke sizi bu yatakta böyle yatarken görmeseydik. Keşke
arkadaşımızın hatasını bir af dileyerek telafi edebilseydik. Keşke
Kadir sizi bıçaklamamış olsaydı…
Gökyüzünden göğü yararcasına yağmur yağmaya başladı.
Belma A. UĞURLU
Alıntı: ogretmenler.biz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder